1830 LONDRA PROTOKOLÜ
Yunanistan'ın bağımsızlık savaşı, Fransa ve İngiltere'yi doğrudan ilgilendirmekle birlikte, aslında Osmanlı-Rus savaşına bağlı idi. 1828'de vuku bulan savaş sonunda imzalanan Edirne Anlaşması (1829) ile Osmanlı Devleti Yunanistan'ın muhtariyetini tanımak zorunda kaldı. Bu durum Rusya'nın Balkanlar'da prestij kazanması demekti. İngiltere hükümeti derhal harekete geçenek Londra'da Fransa ve Rusya'nın da katılmasıyla bir konferans yapılmasını sağladı ve 3 Şubat 1830'da Yunanistan'ı bağımsız bir devlet olarak ilân eden Londra Protokolü imzalandı. Büyük devletler, bu bağımsızlığı Mayıs 1832'de yapılan bir antlaşma ile Babıâlî'nin de tanımasını sağladılar.
Yeni Yunanistan devletinin toprakları içinde kalan Müslüman azınlıklar bu 1830 Londra Protokolü ile birtakım güvencelere sahip olmaktadır. Protokolün 5. maddesine göre Yunan hükümeti, aynen Osmanlı hükümeti gibi, derhal genel bir af ilan edecek ve kendisine karşı çarpışmış olanların mal-mülklerinden yoksun bırakılmamasını ve bu kişilere hiçbir nedenle ilişilmemesini sağlayacaktır. Yunanistan'a bırakılmış olan toprak ve adalarda yaşayan Müslümanlardan yerlerinde kalmak isteyenler mülkiyetlerini koruyacaklar ve aileleriyle birlikte tam bir güvenlikten yararlanarak yaşayacaklardır. Protokol'ün son maddesi, protokol hükümlerinin üç ülke temsilcileri tarafından Osmanlı hükümetine ve Yunanistan'a tebliğ edileceğini karara bağlamaktadır. Bu tebliğ Yunan hükümetine resmen 8 Nisan'da yapılmış, Yunanlıların Protokol'deki sınırlar konusunda büyük hoşnutsuzluk göstermesi üzerine, üç ülke temsilcileri mevcut hükümlerin tartışılamayacağını bildirmiş ve Protokol 16 Nisan tarihinde Yunan Meclisi'nce seçilmiş Yunanistan Valisi Kapodistrias tarafından Yunan hükümeti adına resmen kabul edilmiştir.
BERLİN KONGRESİ VE BERLİN ANTLAŞMASI
Osmanlı Devletini ilgilendiren konuları ve Bulgaristan meselesini görüşmek üzere 13 Haziran 1878 tarihinde Berlin Kongresi toplanmıştı. Kongre sonunda Berlin Antlaşması adıyla yeni bir anlaşma taslağı hazırlanarak, yedi Avrupa devleti tarafından imzalandı. 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşmasına göre Bulgaristan, Doğu Rumeli ve Trakya ile ilgili başlıca düzenlemeler şunlardı: Büyük Bulgaristan, üç bölgeye ayrılıyordu. Birinci bölgede, Tuna ile Balkan dağları arasında, Osmanlı Hakimiyeti altında, muhtar, Babıali'ye vergi veren bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu.
Prens, halkın seçimi, Osmanlı Padişahının bu seçimi tasdiki ve büyük devletlerin kabulüyle tayin edilecekti. Bulgaristan yalnız dokuz ay süreyle Rusya tarafından idare edilecek, bu süre sonunda Prens'in seçimi yapılacaktı. İkinci bölge, Doğu Rumeli adıyla Osmanlı Devletine bırakılan, Balkan dağlarının güneyindeki bölgeydi. Burada kurulacak olan Doğu Rumeli vilayeti, idarî muhtariyete sahip olmakla beraber Osmanlı hazinesine yıllık vergi verecek, siyasi ve askeri bakımından Padişaha tabi olacak, sınırlarının korunması Osmanlı Devleti'ne ait olacaktı. Bu bölgenin idaresi hakkında büyük devletler tarafından kurulan bir komisyon, bir talimatname hazırlayacak, Doğu Rumeli bu talimatnameye göre Padişah tarafından tayin edilen ve büyük devletlerin onaylayacağı bir hristiyan vali tarafından idare edilecekti. Bölgede asayiş, yerli milis ve jandarma kuvvetleri tarafından sağlanacak, bu kuvvetlerin subayları Padişah tarafından tayin edilecekti. Savaş durumu hariç, burada Türk askeri bulunmayacak, ancak tehlike halinde vali, Türk askerini vilayetin içine çağırabilecekti. Üçüncü bölge ise Makedonya olup, burada ıslahat yapılması şartıyla Osmanlı Devletine bırakılıyordu. Bu hükümlerden anlaşıldığı gibi Osmanlı Devleti, kendisine bağlı olarak kurulmuş olsa bile Bulgaristan'ın iç işlerine müdahale edemeyecekti. Doğu Rumeli ise, Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti durumunda olmasına rağmen, bu vilayetin idaresi milletlerarası bir komisyonun hazırlayacağı bir nizamnameye göre yapılacaktı.
1881 İSTANBUL MİLLETLERARASI SÖZLEŞMESİ
Yunanistan'ın Tesalya'yı topraklarına katacak biçimde genişlemesi üzerine, kendisine bir takım yükümlülükler getirecek olan 24 Mayıs 1881 İstanbul Milletlerarası Sözleşmesi imzalandı. Bir tarafta Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, İngiltere, İtalya, Rusya, diğer tarafta Osmanlı Devleti arasında imzalanan bu Sözleşme, 1878 Berlin Antlaşmasının 24. maddesince öngörülen arabuluculuğu yerine getirmekte ve Yunanistan Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki yeni sınırları tespitten sonra, Yunanistan'a terk edilen topraklar üzerindeki Müslümanların haklarını güvence altına almaktadır. 3.madde bu Müslümanların hayat, mal, onur, din ve geleneklerinin saygı göreceğini, bu kişilerin Yunan kökenli yurttaşlarla aynı medeni ve siyasî haklara sahip olacaklarını belirtmektedir. 4. madde'ye göre Müslümanların çiftlikleri, otlakları, meraları, kışlakları, ormanları, her türlü toprak ve diğer taşınmaz malları üzerindeki mülkiyet hakları, ister özel kişilere ister cemaatlere ait olsun, Osmanlı hukukuna dayanan ferman, tapu vb. belgeler geçerli sayılmak suretiyle korunacaktır. Gelirleri cami, okul vb. gibi kuruluşlara giden vakıf mallarının mülkiyeti de aynı madde ile korunmaktadır. 5. madde ile Sultan ve ailesinin malları aynı güvence altına alınmaktadır. 6. madde, hiç kimsenin yasayla kararlaştırılmış kamu yararı nedeni dışında ve tazminatsız mülkiyetinden yoksun bırakılamayacağı hükmünü getirmekte, hiçbir mal sahibinin toprağını köylülere satmaya zorlanamayacağını ve bütün Krallığa uygulanacak bir yasa çıkarılmadıkça toprak sahibi - toprağı işleyen ilişkilerine bir değişiklik getirilemeyeceğini, ayrıca Krallık dışında oturan toprak sahiplerinin taşınmaz mallarını üçüncü kişilere yönettirebileceklerini karara bağlamaktadır. 7. madde, Yunanistan'a bırakılan topraklara komşu olan bölgelerde oturanların bu topraklarda bulunan otlaklara vb. eskiden beri göndermekte oldukları sürülerini göndermeye devam edebileceklerini söylemektedir. Bu son iki maddede Müslüman deyimi geçmemekle birlikte, sözkonusu hakların Müslümanlara yarayacak nitelikte olduğu açıktır. 8. madde hükmü, Müslümanların dinlerini özgürce uygulayabilmeleriyle ilgilidir. Daha önemlisi, mevcut veya bundan sonra oluşacak Müslüman cemaatlerinin özerkliği ve hiyerarşik örgütlenmesi tanınmakta, bunlara ait fonlara ve gayri menkullere ilişilemeyeceği belirtilmektedir. Bu cemaatlerin din konularında manevi önderleriyle olan ilişkilerine hiçbir biçimde dokunulamayacak, yerel şeriat mahkemeleri sırf dini konularda yetkilerini sürdüreceklerdir. 11. maddeye göre, Müslümanları özellikle ve istisnai olarak hedef alan hiçbir silahtan arındırma önlemine başvurulmayacaktır. 13. madde, gerek 19. Yüzyıl ve gerekse Milletler Cemiyeti dönemi antlaşmalarında mutlaka rastlanan bir yurttaşlık hükmü getirmektedir. Bu antlaşmalarda, oturdukları topraklar el değiştiren kişilerin vatandaşlık durumu ele alınmış ve gerek bunların özgür iradelerini kullanabilmeleri için, gerekse vatansızlık durumunun ortaya çıkmaması için tedbir alınmıştır. Bu madde hükmüne göre de, terk edilen topraklarda doğan veya halen oturan ve Osmanlı vatandaşlığını korumak isteyenlere, ikâmetgahlarını Osmanlı İmparatorluğu'na taşımak için üç yıllık bir süre tanınmakta, bu kişilerin taşındıktan sonra 6. madde hükmünden yararlanacağı belirtilmekte, ayrıca bu süre içinde bu kişilere askerlik yükümlülüğü getirilemeyeceği karar altına alınmaktadır. Bu hükmün benzeri sonraki birçok antlaşmada tekrar görülecektir. Aynı biçimde, benzeri antlaşmalarda yinelenen bir hüküm de, 17. madde ile getirilen bir karşılıklı genel af güvencesi ile ilgilidir. Bu sözleşme, 18. maddesi hükmünce, Yunanistan Krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında İstanbul'da, 2 Temmuz 1881'de yapılan bir sözleşmeyle her iki ülke tarafından onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur.
1913 ATİNA ANTLAŞMASI VE 3 NUMARALI PROTOKOL
Genel af ilan edilmesi ve Osmanlı toprağına göç edeceklere askerlikten muaf olacakları üç yıllık süre tanınması gibi bütün antlaşmalarda her zaman rastlanan hükümler dışında, 1913 Antlaşması'nın getirdiği önemli hükümler şunlardır: 2. madde, iki ülke arasında daha önce yapılmış veya yürürlüğe konmuş bütün anlaşmaları tekrar gündeme getirmektedir. Böylece, azınlık hakları açısından 1830 ve 1881 metinleri bir kez daha onaylanmaktadır. Aynı madde hükmüne göre, Antlaşmaya ekli 3 numaralı protokol Yunanistan'ın bütün topraklarında geçerli olacaktır. 5. madde, Yunanistan'a bırakılan topraklarda işgale kadar edinilen hakların ve Osmanlı belgelerinin geçerli olacağını belirtmektedir. 6. maddeye göre, Osmanlı tabiiyetini koruyarak Yunanistan'ı terk etmiş olanlar bu topraklardaki gayri menkullerini korumaya ve onları başkalarına idare ettirmeye devam edeceklerdir. Kır ve kentlerde Osmanlı hukukuna göre özel ve tüzel kişilerce edinilmiş mülkiyet hakları Yunanistan'ca tanınmaktadır. Hiç kimse kanunun tespit edilmiş kamu yararı söz konusu olmaksızın, uygun ve peşin bir tazminat ödenmeden mülkiyetinden yoksun bırakılamayacaktır. 7. madde, Padişah ve sülalesinin mallarını güvence altına almaktadır. 11. maddede, bırakılan topraklarda oturanların hayat, mal, şeref, din ve gelenekleri güvence altına alınmakta, bunların Yunan yurttaşlarla aynı medeni ve siyasî haklara sahip olacakları, dinlerini açıkça uygulayabilecekleri belirtilmektedir. Halife olarak padişahın ismi hutbelerde okunmaya devam olunacaktır. Madde ayrıca, Müslüman cemaatlerinin yönetimi konusunda önemli hükümler getirmektedir. Mevcut veya oluşacak bu cemaatlerin muhtariyetine ve hiyerarşik yapısına dokunulmayacak, sahip oldukları fonlara ve gayri menkullere ilişilmeyecektir. Müslümanlarla manevi önderleri arasındaki ilişkilere karışılmayacak, bu dînî önderler İstanbul'daki Şeyhülislamlık makamına bağlı olacaklardır. Müftüler Müslüman seçmenlerce seçilecektir. Başmüftü, Yunanistan'daki bütün müftülerin toplanarak seçecekleri üç aday arasından Yunan Kralı tarafından atanacak, bu atama üzerine Osmanlı Padişahı kendisine bir "menşur" ile onun fonksiyonlarını yerine getirmesini ve diğer müftülere karar ve fetva yetkisi vermesini sağlayacak bir "mürasele" gönderecektir. Böylece, en azından manevi olarak Müslüman cemaatinin İstanbul ile ilişkileri sürdürülmüş olmaktadır. Müftüler yalnız din konularında ve vakıfların yönetimine nezaret etmekte değil, Müslümanların evlenme, nafaka ve mütevelli tayini gibi dünyevi meselelerinde de yetkilidirler. Kararları Yunan makamlarınca uygulamaya konacaktır. 12. madde, her türlü vakfın güvence altına alındığını, bırakılan topraklarda bunların cemaat tarafından yönetileceğini, gelirleri Osmanlı İmparatorluğu'nda bulunan kurumlara bırakılmış olsa bile bu vakıfların Evkaf Vekaleti tarafından satılana dek Müslüman cemaatlerince yönetilmeye devam olunacağı hükmünü getirmektedir. Vakıf rejimi ancak uygun ve peşin tazminat verilerek değiştirilebilecektir. Eğer çeşitli din ve hayır kuruluşları yeterli gelirden yoksun kalacak olurlarsa, devlet yardım edecektir. 1913 Antlaşmasına üç protokol eklenmiştir. Antlaşmanın 2. maddesi hükmüyle "bütün Yunanistan topraklarında" geçerli kılındığını gördüğümüz 3 numaralı protokol gene Müslümanlara birtakım azınlık hakları getirmektedir. Buna göre, başmüftü ve müftüler Yunan memurlarının hak ve görevlerine sahip olmakta, başmüftü, müftüleri malî ve dînî bakımdan denetleyebilmektedir. Bu müftüler ancak Yunan Krallığı anayasasının 88. maddesi gereğince görevden alınabileceklerdir. En önemlisi, Protokol, Müslüman cemaatlerinin tüzel kişiliğini tanımaktadır (md. 13). Protokol Müslüman özel okullarını ve bunların gelirlerini de tanımaktadır. Bireylerden veya İslam ileri gelenlerinden oluşacak komisyon tarafından kurulacak okullar da aynı statüde olacak, buralarda eğitim resmi programa uymak ve Yunanca zorunlu olmak şartıyla Türkçe yapılacaktır. Görüldüğü gibi, 1913 Antlaşması her şeyden önce Müslümanların mülkiyet haklarını titizlikle güvence altına almakta, can, din, gelenek gibi temel noktalara atıf yapmakta ve cemaat yönetimlerinin muhtariyeti, müftü seçimi, vakıfların yönetimi ve hatta İstanbul'la ilişkilerin sürdürülmesi ve kimi vakıf mallarının satışı konusunda Osmanlı Evkaf Vekâleti'ne atıf yapmaktadır. 3 numaralı protokol ise cemaatlerin tüzel kişiliğini açıkça tanımakta, Müslüman okullarının muhtar yönetimine ve buralarda Türkçe eğitim yapılmasına imkân vermektedir. 1913 Atina Antlaşması'nda getirilen haklar "Yunanistan'a bırakılan topraklar" kaydıyla sınırlı idi. Bununla birlikte, Anlaşma'nın 2. maddesi hükmü, 3 numaralı protokolü bu sınırın dışında bırakmakta ve onu bütün Yunanistan toprakları için geçerli saymaktadır.
10 AĞUSTOS 1920 YUNAN SEVR´İ
Türkiye'de "Sevr Antlaşması" denince, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasını belgeleyen uluslararası metin akla gelir. Oysa, aynı yer (Sevr) ve tarihte (10 Ağustos 1920) Osmanlılarla ilgili olarak imzalanmış bir değil, tam üç tane Sevr Antlaşması söz konusudur. Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayan antlaşma, Batı Trakya'yı Yunanistan'a resmen veren Trakya konusundaki antlaşma, üçüncüsü de Yunanistan'daki azınlıkların korunmasıyla ilgili olarak yapılan antlaşma ki ‘’ Yunan Sevr´i ‘’ olarak bilinmektedir.
"Yunanistan'daki Azınlıkların Korunmasına İlişkin Antlaşma" adını taşıyan ve bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, diğer yanda Yunanistan Krallığı tarafından imzalanan bu üçüncü antlaşma, toprakları genişleyen ülkelere azınlıkları koruma konusunda adı geçen tarafından kabul ettirilen antlaşmalardan biridir. "Başlangıç" bölümünde, 1913 başından beri Yunan Krallığı'nın, topraklarını büyük ölçüde genişlettiğini tespit eden Yunan Sevr'i, bu ülkede yaşayanlara hiçbir ayrım gözetmeden hak eşitliği sağlanmasını ve bu hakların "Krallığa eklenebilecek topraklarda da" geçerli olmasını öngörmektedir. Yunanistan bu antlaşmayla kimi ülkelere karşı bu konuda daha önce kabul ettiği kimi yükümlülüklerden kurtulacak ve bundan böyle yalnız Milletler Cemiyeti'ne karşı yükümlülük altına girecektir. İki bölümden oluşan, birinci bölümü azınlık haklarıyla, ikincisi ise büyük devletlere birtakım ayrıcalıklar tanımakla ilgili olan antlaşmanın önemli hükümleri şöyle özetlenebilir : Antlaşmanın 1. maddesi, Milletler Cemiyeti sisteminde her adımda rastladığımız bir hüküm getirmekte ve 1. bölümün 2.-8. maddeler arasının temel yasa sayılacağını ve bunlarla çatışacak hiçbir millî yasanın vb. çıkarılamayacağını söylemektedir. Aynı hükme (onaylanmamış, uygulanmamış) Osmanlı Sevr'inin 140. maddesinde, Lozan Antlaşması'nın ise 37. maddesinde rastlamaktayız. 2. madde, yalnız vatandaşlara değil, ülkede bütün yaşayanlara doğum, vatandaşlık, dil, soy veya din farkı gözetmeden hayat ve özgürlük koruması getirmektedir. Bu insanlar dinlerini özgürce uygulayabileceklerdir. 3.-6. maddeler, vatandaşlıkla ilgilidir. Bunlara göre, antlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihte ülkede oturanlar ve bunların Yunanistan'da doğan çocukları (oturmasalar bile) Yunan vatandaşlığına kabul edilmekte, başka bir uyruğu seçenler, taşınmaz malları üzerindeki hakları saklı kalmak koşuluyla, seçtikleri ülkeye göçerebilmektedirler. 7. madde'ye göre bütün Yunan vatandaşları yasa karşısında eşit olup aynı medeni ve siyasî haklardan, ayrım yapılmaksızın yararlanırlar. Din ve inanç farkı, işe alınma, memur olma vb. hakların kullanılmasında etkili olmayacaktır. Vatandaşlar özel işlerinde ve yayınlarda istedikleri dili kullanabilecek, mahkemelerde de bu konuda kendilerine gerekli kolaylıklar sağlanacaktır. 8. madde, soy, din ve dil azınlıklarına, harcamaları kendilerine ait olmak üzere, dinî ve içtimaî müesseseler ve okullar kurma, işletme ve denetleme hakkını vermekte, burada kendi dillerini kullanma imkânı sağlamaktadır. 9. madde, yalnızca 1 Ocak 1913'ten sonra Yunanistan'a katılan topraklarda geçerli olmak üzere, farklı dil konuşan vatandaşların önemli oranda bulundukları yerlerde bu toplumlara devlet ve belediye gibi kamu bütçelerinden eğitim, dinî ve insanî amaçlarla adil bir miktarın ayrılacağını öngörmektedir. 10. madde'de Müslümanları kişisel durum ve aile hukuku ile ilgili sorunlarının İslam adetleri çerçevesinde çözülmesi için gereken önlemlerin alınacağı belirtilmekte ve cami, mezarlık ve diğer İslamî kuruluşlar güvenceye kavuşturulmaktadır. Vakıflar ve diğer İslamî ve insanî kuruluşları tanınmakta, yeni dinî ve insanî kuruluşların meydana getirilmesi durumunda Yunanistan'ın bu tür özel kuruluşlara sağlanan kolaylıkları esirgemeyeceği hüküm altına alınmaktadır. Yunan Sevr'inin azınlıkların korunmasıyla ilgili olan I. Bölümü, bu antlaşmanın getirdiği azınlık hükümlerinin Milletler Cemiyeti güvencesi altında olduğunu, Konsey'in çoğunluk kararı olmadan değiştirilemeyeceğini, ayrıca bu hükümler konusunda Yunanistan ile antlaşmaya taraf veya Cemiyet Konseyi üyesi olan herhangi bir ülke arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, bu ülkelerin istedikleri takdirde Yunanistan'ı zorunlu olarak Uluslararası Daimi Adalet Divanı'na götürebileceklerini, bu durumda Divan'ın kararının kesin olacağını öngören 16. madde ile son bulmaktadır. Antlaşmanın II. bölümünü oluşturan 17.-20. maddeler, büyük devletlere tanınacak çeşitli ayrıcalıklarla ilgilidir. Görüldüğü gibi, 1920 Yunan Sevr'i bu ülkeye üç tip yükümlülük getirmektedir. Birincisi, 2. madde'de olduğu gibi bu ülkede yaşayan herkese yaşama hakkı ve hürriyet tanınmaktadır. İkincisi, din, dil ve soy azınlıklarına 7. maddede görüldüğü gibi medeni ve siyasal haklardan ayrım yapılmaksızın yararlanma hakları getirilmektedir. Üçüncüsü de, 8. ve 14. maddelerde görülen kendi dilinde eğitim, vakıfların tanınması vb. hakların varlığıdır. Bu hakları taşıyanlardan 9. madde, "1 Ocak 1913'ten sonra katılan topraklar içindir" hükmü nedeniyle, Batı Trakya için de özel bir nitelik göstermektedir. Maddelerde rastlanan bu hükümler dışında, Antlaşmanın başlangıç bölümünde önemli iki nokta dikkati çekmektedir. Birincisi, "Yunanistan'ın daha önce birtakım ülkelere karşı giriştiği birtakım yükümlülüklerin kaldırılması" deyimi, Yunanistan'ın kendi ülkesindeki Müslüman azınlıkların korunması için 1830 ve 1881 yıllarında büyük devletlere karşı giriştiği taahhütlerin kalkmasıyla ilgili olarak yorumlamak gerekir. Çünkü Yunan Sevr'i de büyük devletlerle yapılmış bir antlaşmadır. İkincisi, şimdiye dek yalnızca "Yunanistan'a bırakılan topraklar"la sınırlı olan azınlık hakları Yunan Sevr'i ile bütün Yunanistan'a genişletilmekte, hatta bununla da yetinilmeyerek, Antlaşma'nın yapılmasından (1920) sonra Yunanistan'a katılabilecek olan topraklar için de geçerli kılınmaktadır. Hatırlanacağı gibi, Oniki Ada Yunanistan'a 1947 Paris Antlaşması ile katılmıştır.
LOZAN ANTLAŞMASI´NIN GETİRDİĞİ STATÜ
Lozan Barış Antlaşması'nın "Siyasî Hükümler" adını taşıyan I. kısmının III. faslı, "Azınlıkların Korunması" adı altında Türkiye'deki Müslüman olmayan azınlıkların statüsünü belirleyen birtakım hükümler getirmektedir. 37.-44. maddelerini oluşturan bu hükümlerden sonra gelen ve Faslın son maddesi olan 45. madde hükmüne göre "Türkiye'nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan tarafından da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır.’’ Böylece kabul edilen 45. madde ile Lozan'da azınlık koruma hükümleri Batı Trakya Türklerinin özel azınlık koruma rejimi olarak ortaya çıktı. Batı Trakya Türklerini ilgilendirdiği biçimiyle (yani Yunanistan'ın yükümlülükleri açısından) şöyle özetlenebilir : 37. maddeye göre Yunanistan, bu hükümleri temel yasa olarak tanıyacak ve hiçbir yasa vb. metin ve resmi işlemin bunlarla çelişmesine izin vermeyecektir. 38. maddeye göre hiçbir ayrım yapılmaksızın herkesin hayat ve özgürlüğü korunacak, herkes dinini özgürce uygulayabilecek, dolaşım ve göç etme özgürlüğüne sahip olacaktır. 39. maddeye göre Müslümanlar tüm medeni ve siyasal haklardan yararlanacaklar, yasa önünde eşit olacaklar, din ayrılığı bu haklardan yararlanmada, özellikle kamu hizmetine girmede ve yükseltilmede engel oluşturmayacaktır. Maddenin son iki fıkrasında bütün Yunan vatandaşlarının çeşitli işlerinde istediği dili kullanmasına imkân verdiği gibi, Müslümanların mahkemelerde de kendi dillerini kullanabilmeleri için gerekli kolaylıkların sağlanması hükmünü getirmektedir. 40. madde, Müslümanların, giderlerini kendileri ödemek şartıyla, her türlü hayır kurumu, okul ve benzeri kurumları kurarak bunları yönetmek ve denetlemek hakkını güvence altına almakta, buralarda kendi dillerini özgürce kullanmak ve dinî törenlerini yapmak imkânını getirmektedir. 41. maddeye göre, Müslümanların önemli oranda oturdukları yerlerde Yunan yetkilileri Müslüman çocuklarının ana dilinde öğrenim görebilmeleri için gerekli tedbirleri alacak, bu azınlık bu tür yerlerde kamu bütçelerinden eğitim, din ya da hayır işleri için hakça bir pay alma hakkına sahip olacaktır. 42. madde, hükmüne göre Yunan hükümeti müslümanların aile hukukuyla ve kişi halleriyle ilgili durumlarını bu azınlığın gelenek ve göreneklerine uygun biçimde çözümlenmesini güvence altına almakta, bunların dinî müesseselerini tam bir koruma altına almanın yanı sıra, vakıf ve dinî kuruluşlarına her türlü kolaylığı sağlamayı ve bu nitelikte kurulacak yeni kurumlardan gerekli kolaylıkları esirgememeyi üstlenmektedir. 43. madde, Müslümanların inançlarına aykırı davranışta bulunmaya zorlanamayacağı, bu inançlar yüzünden yasanın öngördüğü bir işlemi yerine getirememeleri durumunda haklarını yitirmemeleri hükmünü getirmektedir. 44. maddeye göre Yunanistan'ın yükümlendiği hükümler, uluslararası nitelikte sayılarak Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altına konmakta, Cemiyet Konseyi'nin çoğunluk kararı olmadan değiştirilememekte, Konsey üyelerinden herhangi biri bu hükümlere aykırı davranış gördüğü zaman bunu Konsey'in dikkatine sunabilmekte, Konsey de bu konuda gerekli göreceği yönergeleri verebilmektedir. Bir anlaşmazlık durumunda Uluslararası Daimi Adalet Divanı'na gidilecek ve Divan'ın hükmü kesin olacaktır. Daha önce de zikredildiği gibi Yunan Sevr'i olarak bilinen ve Yunanistan'da ekalliyetlerin himayesine dair 10 Ağustos 1920 tarihli antlaşma, Lozan'da Müttefik devletlerle (İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya) Yunanistan arasında imzalanan 16 numaralı protokolle teyid edilip, Lozan ile birlikte yürürlüğe girmesi sağlanıyor. Böylece Batı Trakya Türkleri'nin hak ve hukuku Lozan'da iki belge ile tespit edilmiştir. Bu belgelerden biri Müttefik devletlerle birlikte Türkiye'nin de taraf olduğu "Azınlıkların Himayesi" başlıklı 37.-45. maddeler, diğeri de Müttefiklerle Yunanistan arasında imzalanan Yunan Sevr'ini geçerli kılan 16. numaralı protokoldur. Batı Trakya Türkleri birincisinde Yunanistan'ın baskıları karşısında statülerini korumada, hak ve hukukunu aramada Türkiye'ye müracaatta bulunabileceklerdir. İkincisinde ise hak ve hukuk arama mücadelesini Milletler Topluluğunun devamı olan Birleşmiş Milletler bünyesinde sürdürebileceklerdir.
LOZAN´DAN ÖNCEKİ ANTLAŞMALARIN GEÇERLİLİĞİ
Yunanistan'daki Müslüman azınlıkların durumunu belirleyen uluslararası metinlerin geçerliliği ve kapsamı üzerinde durarak bugünkü durumu tespit etmek yerinde olacak. Bunu yapmak iki açıdan gereklidir. Birincisi, bu bölümde Müslüman azınlıkların korunmasıyla ilgili olarak Yunanistan'ın bağımsızlığını fiilen kazanmasından bu yana yaptığı bütün antlaşmalar gözden geçirilmiştir. Batı Trakya toplumu için bunların hepsi geçerli midir? Buna benzer bir sorun, değişik bir biçim altında şu anda Türk ile Yunan diplomatları arasında tartışılmakta olup, siyasî sonuçları önemli olabilecek bir hukukî çatışma olarak sürüp gitmektedir. İkincisi, Batı Trakya Türkleri Yunanistan'daki tek Müslüman-Türk azınlık toplumu değildir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 1947 yılındaki Paris Barış Antlaşmasıyla Yunanistan Oniki Ada'ya da sahip olmuştur ve bu adalarda (özellikle Rodos'ta) Türkler yaşamaktadır. Bunlara nasıl bir statü uygulanması gerekecektir ? Söz konusu uluslararası metinleri üç kategori altında incelemek gerekir. Birincisi, 1830 ve 1881 metinlerini içine alan Ondokuzuncu Yüzyıl azınlıkları koruma antlaşmalarıdır. İkincisi, Yunanistan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında ikili bir anlaşma olan 1913 metni ve üçüncüsü de Milletler Cemiyeti sistemine bağlı olarak yapılmış olan 1920 Yunan Sevr'i ile Lozan Antlaşması olarak sayılabilir.
1830 PROTOKOLÜ VE 1881 İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
19. Yüzyıl azınlıkları koruma sisteminin bu tipik örnekleri, büyük devletler arasında yapılmış anlaşmalar olup, Yunanistan'a bu devletlerce onaylatılmış belgelerdir. Bu anlaşmaların ortak özellikleri, her ikisinin de "Yunanistan'a terk edilen topraklar" üzerinde yaşayan Müslümanların haklarıyla sınırlı oluşlarıdır. Birinci metin, Yunanistan'ın bağımsız olduğu andaki topraklarda, yani Mora ve Attik yarımadaları ve civar adalarla, ikincisi de Tesalya'yla ilgilidir. Yani, bu iki metin Batı Trakya için geçerli değildir. Geçerli oldukları yerlerde de nüfus mübadelesi sonucu Müslüman kalmadığından, konusu ortadan kalkmış her antlaşma gibi ölü birer metin niteliği göstermektedirler. Zaten 1920 Yunan Sevr'inin dibaçesinde de belirtildiği gibi, Müttefik Devletler garantisi altındaki bu metinlerin yeri Milletler Cemiyeti garantisi altındaki bu antlaşma (Sevr) tarafından doldurulmuştur.
1913 ATİNA ANTLAŞMASI VE 3 NUMARALI PROTOKOL
Bu 1913 metni, Yunanistan ile Türkiye arasında halen tartışma konusudur. Yunanistan, 1981'de Türkiye'ye verdiği notalarda antlaşmanın geçersiz olduğunu savunmaktadır. Yunanistan her ne kadar 1913 Atina Antlaşması'nın geçerliliğini reddediyorsa da, Yunan belgelerinin çeşitli arazi anlaşmazlıkları konusunda bu metne atıf yaparak geçerli olduğunu kabul ettikleri görülmektedir. Örneğin, Gümülcine'de bulunan Sohtalar Medresesi'ne vakfedilmiş bir arazi konusunda, Devlet Mülkleri Hukuk Danışmanlığı, 9 Nisan 1976 cuma günü yaptığı toplantıda, İstinaf Mahkemesi üyelerinden Vazilyon Zeppos tarafından verilen bir mütalaayı kabul etmiştir. Mütalaaya göre; 1913 tarihli Atina Antlaşması'nın 12. maddesi vakıfların Müslüman cemaatlerince yönetilmesini öngörmüş, fakat bunların mülkiyetini Cemaatlere vermemiştir. Zaten 30 Ocak 1923 mübadele sözleşmesine göre Müslüman vakıfları tasfiye edilmiş ve Yunan Devleti'ne intikal etmiştir. Gene mütalaaya göre, her ne kadar 10 Haziran 1930 Ankara Mukavelenamesi'nin 7. maddesi Yunan Devletince işgal edilmeyen gayr-i menkullerin sahiplerine geri verilmesini öngörmekteyse de, söz konusu vakıf arazisi bundan da yararlanamaz, çünkü vakıfların sahibi olan Müslüman tüzel kişileri 1923'te tasfiye edilmiştir ve söz konusu gayr-i menkul, mevcut olmayan tüzel kişilerin mülkiyetinde olamayacağı, hiç kimseye ait olmaması da imkân dışı bulunacağı için, Yunan Devletine ait sayılmalıdır. 19 numara ile Devlet Mülkleri Hukuk Danışmanlığı kararı olarak kabul edilen ve sonra da Yunan Maliye Bakanlığı'nın 10 Temmuz 1976 tarih ve D. 4021/167 Protokol numarasıyla benimsenen mütalaaya bakılacak olursa, ki bu bir "yanlışlıklar manzumesi"dir. Çünkü, 30 Ocak 1923 Antlaşması (md. 10) taşınmaz malların tasfiyesini öngörmektedir ama, bu hüküm mübadeleye giren bölgelerdeki özel ve tüzel kişiler içindir; oysa Sohtalar Medresesi Batı Trakya'nın en büyük kenti olan Gümülcine'dedir, yani "mübadil" değildir, "établi"dir. İkincisi, 1930 Mukavelenamesi, 16. maddesinde sayılan istisnalar dışında, Batı Trakya için geçerli değildir, mübadeleye giren bölgeler için geçerlidir. Mübadeleye girmeyen bir bölgedeki bir Medrese'ye ait bir vakfı mübadeleye girmiş bir tüzel kişinin malı gibi göstererek Yunan Devleti'ne mâl eden bu mütalaanın yanlışları burada bizi ilgilendirmemektedir. Bizi burada ilgilendiren, bir devlet kuruluşunun resmî mütalaasında 1913 Atina Muahedenamesi'ne 1976 yılında atıf yapması, Yunan Maliye Bakanlığı'nın da bunu benimsemesidir. Fakat, sadece yapıldığı tarihte (1913) "Yunanistan'a terkedilen topraklar" için geçerli olduğunu, dolayısıyla, 1920'de ilhak edilen Batı Trakya için geçersiz olduğunu söyleyecek yerde red gerekçesini, doğrudan doğruya, 1923'te yapılan nüfus değişimi sonucu Antlaşmanın konusunun ortadan kalktığına dayandırmaktadır. Yunan Dışişleri Bakanlığı'na göre, 1913 antlaşması yerine 1923'te imzalanan Lozan antlaşması geçmiştir ve bugün Yunanistan'ı Türk kökenli azınlıklar konusunda bağlayan tek antlaşma da bu Lozan antlaşmasıdır. Yunan Dışişleri'nin iddiası ilginçtir, çünkü Yunanistan'ı azınlıklar açısından asıl bağlayan genel anlaşma olan 1920 Yunan Sevr'ini hiç yapılmamış varsayarak doğrudan doğruya 1913'ten 1923'e atlamaktadır. Bunun sebebi, Yunan Sevr'inin Yunanistan'a tek taraflı azınlıkları koruma yükümlülüğü getiren bir uluslararası metin olması olsa gerektir ve Yunanistan, en azından Türk kökenli azınlıklar açısından, mütekabiliyet göstermeyen koruma hükümlerini tanımamak eğiliminde gözükmektedir. 1913 metni açısından çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Antlaşma'ya üç adet protokol eklenmiştir ve hatırlanacağı gibi Antlaşmanın 2. maddesi hükmüne göre 3. numaralı Protokol yalnızca "Yunanistan'a bırakılan topraklar" için değil, "Yunanistan'ın bütün toprakları" için geçerli kılınmıştır. Devletlerin antlaşmalar konusundaki halefiyeti ilkelerine göre, bir toprak parçasına yeni sahip olan devletin daha önce yapmış olduğu antlaşmalar, halefiyet tarihinden başlayarak o toprak parçası için de geçerli olmaktadır. 3 numaralı Protokol imzalandığında Yunanistan henüz Batı Trakya'ya (ve 12 Ada'ya) sahip değildir ama, bu halefiyet ilkesi ve de uluslararası Adalet Divanının 1978'deki kararı nedeniyle bu Protokol'un adı geçen bölgelerdeki Müslümanlar açısından geçerli olması hukukî bir zorunluluktur. 3 numaralı Protokol, Yunanistan'ın 1981 yılında iddia ettiğinin tersine, Lozan Antlaşması ile kaldırılamamıştır ve eğer bundan sonra Yunanistan, üzerinde Müslümanlar yaşayan başka bir toprak parçasına daha sahip çıkacak olursa, o toprak parçası üzerinde de geçerli olacaktır. Lozan Konferansı görüşmeleri de, bu Konferans'ta imzalanan barış antlaşmanın 1913 Atina Muahedenamesi'ni (dolayısıyla, 3 numaralı Protokol'u) yürürlükten kaldırmadığının delilidir. Nitekim Venizelos, 19 Aralık 1922 oturumunda Türkiye'deki azınlıkların korunması hükümleri görüşülürken, 1913 Antlaşması'nın 11. maddesini okumuş ve yeni Türkiye'nin de böyle geniş güvenceler vermesi gerektiğine örnek olarak göstermiştir. Daha da ötesi, 29 Aralık 1922 tarihli oturumda Türk heyetinin İstanbul Rum Patrikliği'nin yurt dışına çıkarılması konusunda direnmesi üzerine söz alan Yunanistan delegesi Caclamanos, müftüleri Müslümanlara seçtiren, başmüftünün de İstanbul'a bağlı olmasını öngören Atina Antlaşması'ndaki hükümlerin bu durumda yürürlükte kalmasını kabul edemeyeceklerini söylemiş, fakat buna Fransız delegesi Laroche, konumuz açısından son derece önemli olan bir cevap vermiştir. Yapılması söz konusu olan Antlaşma (Lozan) Yunanistan'ın ve Türkiye'nin daha önce doğrudan doğruya girişmiş bulundukları hukukî yükümlülüklerden hiç birini değiştiremez ve Konferans'ın bu çeşit yükümlükleri kaldırmak ya da doğrulamak yetkisi de yoktur.
10 AĞUSTOS 1920 YUNAN SEVR´İ
Bununla birlikte, Yunanistan, gene 1981 yılında Türkiye'ye yolladığı notalarda, Sevr Antlaşması ile bağlı olduğunu da reddetmektedir. Yunan Dışişleri'ne göre, 1920 Sevr Antlaşması'nın hükümleri, Müslüman azınlıklar açısından Lozan Antlaşması'nın 37.-45. maddeleriyle aynıdır. Üstelik, Lozan'a ekli XVI numaralı Protokol'un içeriğinden, Sevr Antlaşması'nın hiçbir biçimde Yunanistan'a Müslüman Azınlığın korunması açısından tek taraflı yükümlülükler getirmek gibi bir amacı olmadığı anlaşılmaktadır. Yunan Dışişleri'nin Sevr'in geçerliliğini bu reddediş mantığını anlamak zor olmakla birlikte, gerek sözü edilen XVI numaralı Protokol'un incelenmesinden, gerekse bu konuda yazmış olan yazarların ileri sürdüklerinden, tam ters yönde bir sonuç çıkarmak zor değildir. Nitekim, Lozan'ın son senedinde XVI. numara ile kayıtlı olan Protokol "İngiliz İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya ve Yunanistan hükümetleri, işbu Konferans'ta yapılan Barış Antlaşması'yla öteki senetlerin yürürlüğe konulmasının, Yunanistan'daki azınlıkların korunması konusunda başlıca Müttefik Devletlerle Yunanistan arasında, 10 Ağustos 1920 tarihinde, Sevr'de yapılmış Antlaşmanın yürürlüğe konulmasını gerekli kıldığı kanısına varmışlardır", demektedir. Protokol'e göre, Sevr'de yapılmış bu iki antlaşmanın onay belgeleri, Lozan'ınkilerle birlikte sunulacaktır. Demek ki Lozan Antlaşması, 1920 Yunan Sevr'ini kaldırmak şöyle dursun, bu XVI Numaralı Protokol ile onu teyid etmiş ve hatta onaylanmasını istemiştir. Nitekim, Yunanistan bunun arkasından o zamana dek onaylamamış olduğu Sevr Antlaşması'nı 29 Eylül ve 30 Ekim 1923 tarihli tasdik belgeleriyle onaylamıştır. Protokol okunduğu zaman başka nasıl bir anlam çıkabileceğini anlamak gerçekten zordur. Tam tersine, Yunan Dışişleri'nin iddialarının tersini ortaya koymak için katmerli bir sistem bulunduğuna işaret etmek oldukça kolay gözükmektedir, çünkü, Batı Trakya'yı Bulgaristan'dan alarak Müttefikler'e veren 1919 Neuilly Antlaşmasının 16. maddesi, Yunanistan'ın başlıca müttefik ve ortak devletlerle antlaşma imzalayarak, kendi sınırları içindeki azınlıkları koruyacağı hükmünü getirmekte, 10 Ağustos 1920'de Sevr'de B. Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya ile Yunanistan arasında Trakya konusunda imzalanan antlaşmanın 3. maddesinin 2. paragrafı ile de Yunanistan, bu korumanın Batı Trakya'ya da uygulanacağını doğrulamaktadır. Bu koruma da, Trakya konusundaki antlaşma ile aynı yer ve tarihte imzalanmış bulunduğu daha önce belirtilmiş bulunan Yunan Sevr'inde ayrıntısıyla belirlenecektir. XVI numaralı Protokol'ün çeşitli yazarlar tarafından yorumu da yukarıda söylenenlere katılmakta olup, Yunan Dışişleri'nin tezini destekler olmaktan uzak bulunmaktadır. Milletler Cemiyeti Dernekleri Uluslararası Birliği'nin daha önce de sözü edilen raporlarından üçüncüsünde yayınlanan ve Soy, Dil ve Din Azınlıkları Özel Komisyonu Başkanı Willoughby Dickinson imzasını taşıyan incelemede, Lozan'ın 37.-45. maddelerinin, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşması ve aynı yerde ve tarihte Trakya'nın statüsüyle ilgili olarak imzalanan antlaşmayla "izah edilmiş ve tanımlanmış" olacağı söylenmektedir. Gene aynı raporda yayımlanan ve Birlik Sekreter Yardımcısı William O'molony imzasını taşıyan "Türkiye ve Yunanistan'da Azınlıkların Bugünkü Durumu" başlıklı yazı, Lozan Antlaşması'nın doğrudan ve dolaylı olarak iki tip güvence getirdiğini ve bunların üç grupta sınıflandırılabileceğini söylemektedir: 1) Bizzat Lozan Antlaşması'nın 37.-45. maddeleri, 2) Yunanistan'daki azınlıkların korunmasına ilişkin Sevr Antlaşması'nın hükümleri, 3) Sevr'de Trakya konusunda imzalanmış antlaşmanın hükümleri. Yazara göre, Lozan'daki XVI numaralı Protokol'ün anlamı, Lozan'ın yürürlüğe girdiği an, sözü edilen diğer iki antlaşmadaki azınlık koruma maddelerinin uygulanmasını da ardısıra sürükleyeceğidir. Böylece Lozan'ın 37.-45. maddeleri izah edilmiş ve tanımlanmış olacaktır.
SEVR ANTLAŞMASI
Ayrıca antlaşmanın 16/3 maddesine göre, o tarihte başlıca müttefik ve ortak devletlere dahil bulunan ve Milletler Cemiyeti Konseyi üyesi olan ülkeler, bu antlaşmanın hükümlerinin uygulanması konusunda Yunanistan'ı, Uluslararası Daimi Adalet Divanı'nın bugünkü devamı olan Uluslararası Adalet Divanı'na zorunlu olarak götürme yetkisine sahiptir. Türkiye bu ülkeler arasında bulunmadığı için bu yetkiye sahip bulunmamaktadır ama, bu ülkelerden birini Batı Trakya'daki hakların ihlal edildiği konusunda ikna edebilirse, Yunanistan'ın Divan önüne çıkması hukukî bir zorunluluk olacaktır.
LOZAN´IN GEÇERLİLİĞİ
Bunlardan birincisi, Antlaşma'nın hemen yukarıda sözü edilen üç niteliğidir. Yani tek yanlılığı, azınlık türleri açısından genelliği ve coğrafya açısından genişliğidir. Oysa Lozan Antlaşması'ndaki azınlık koruma hükümleri (md. 37-45) Yunanistan açısından bu niteliklerin tersi nitelikler taşımaktadır. Bir kez, Lozan tek yanlı olmayıp, mütekabiliyet ilkesi üzerine kurulmuştur. İkincisi, Lozan azınlık türleri açısından özel bir durumla, yalnızca Müslüman azınlıkların durumuyla ilgilidir. Üçüncüsü de, Müslüman azınlıklar 1923 mübadele sözleşmesiyle Batı Trakya'dakiler dışında Türkiye'ye yollandığı için, Lozan coğrafi açıdan da sınırlı bir antlaşmadır. İkinci neden, Yunanistan'ın bir gün Lozan'dan kurtulmak niyetine bağlı gibi gözükmektedir. İstanbul Rumları çeşitli nedenlerle Yunanistan'a göç etmektedirler. Orada Yunan uyruğuna geçmeyen, Türk vatandaşlığını koruyarak iş kuran bu Rumların göçü, İstanbul "établi"lerinin sayısını çok azaltmış ve son zamanlarda 5-6000'e kadar indirmiştir. Ancak Türkiye dışındaki 60.000'den fazla Rum Türk vatandaşlığını taşımaktadır. Lozan'daki azınlık korumasının mütekabiliyet ilkesi üzerine kurulduğunu belirten Yunan yetkilileri, bunu resmen söylememekle birlikte, İstanbul'daki Rum azınlığının bir topluluk olarak ortadan kalkması üzerine bu mütekabiliyetin bozulmuş olacağını ve kendilerinin de Lozan hükümlerini Batı Trakya'da uygulamamak hakkına sahip olacaklarını hissettirir bir tutum içerisinde gözükmektedirler. İstanbul Rumları'nın azalması konusundaki yakınmaları bir gün işte bu amacı gerçekleştirmeye yönelik gibi gelmektedir. Lozan'ın 37.-45. maddelerini kendilerini bağlayan tek antlaşma olarak ilan etmeleri, Sevr'i tanımamayı mütekabiliyet ilkesinin yokluğuna bağlamaları biraz da bundandır. Oysa, Lozan'daki azınlık korumasının iki ayağından birini oluşturan İstanbul Rumları'nın sayıca azalması, hiçbir surette diğer ayağın yararlandığı hakları etkilememesi gerekir. Lozan kafa sayısı hesabı yapan bir antlaşma değildir. Türkiye Lozan'daki azınlık haklarını kaldırıyor ya da uygulamaktan kaçınıyor durumuna girdiği zaman Yunanistan için böyle bir hakkın doğacağı açıktır, ama, İstanbul Rumları'nın İstanbul'daki gayr-i menkullerini tasfiye etmeden, üstelik Türk vatandaşlığını korudukları için Türkiye'ye her an dönebilecek bir biçimde Yunanistan'a yerleşmelerinin, bu ülkeyi Batı Trakya Türkleri'ni adı geçen Antlaşma gereğince tanınmış haklardan yoksun bırakmayı düşünmeye götürmesi, savunulması güç bir tutum gibi gözükmektedir. Burada Lozan'ın yukarıda değinilen birtakım nitelikleri konusunda söylenen sözler, bu antlaşmanın Yunanistan açısından ele alınması durumunda geçerli olan niteliklerdir. Oysa, olaya Ege Denizi'nin Türkiye kıyısından bakılacak olursa, Lozan Antlaşması'nın 37. - 45. maddeleri Türkiye açısından (nasıl Sevr Yunanistan için tek yanlı ve genelse) tek yanlı ve genel bir azınlıkları koruma antlaşmasıdır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde Rumlardan başka gayr-i müslim azınlıklar da vardır ve bunlar için Türkiye bir mütekabiliyet ilkesinden yararlanmamaktadır. Örneğin, Türkiye'deki Ermenilere karşılık Ermenistan Cumhuriyeti'ndeki Müslümanlar Lozan'dan yararlanıyor değillerdir. Bu durumda geneldir ve özellikle tek yanlıdır diye, Türkiye Cumhuriyeti Lozan'ı Rumlar dışındaki gayr-i müslim azınlıklara (Protestanlara, Katoliklere, Yahudilere...) uygulamaktan kaçınacak mıdır? Bu sorunun cevabı "hayır" ise, Yunanistan'ın genel ve tek yanlı azınlık koruma antlaşması olan Sevr'in de geçerliliği inkâr edilemez. Konumuz olan Batı Trakya Türkleri açısından, Sevr-Lozan tartışmasına şöyle bakmak gerekir. Batı Trakya Türkleri için Sevr genel bir azınlık koruma rejimi, Lozan Sistemi ise özel bir azınlık koruma rejimidir. Her iki sistemde de azınlık koruma hükümlerinin aşağı yukarı aynı olması bir şeyi değiştirmez. Bu genel - özel rejim ayrımı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği'nin 1950'de yayınladığı ve Milletler Cemiyeti sistemi içinde yapılmış olan azınlık koruması antlaşma ve bildirilerinin hukukî geçerliliğini araştıran belgelerde Yunanistan'dan söz edilirken de yapılmıştır. Ayrıca her iki antlaşma da aynı dönem ve sistemin ürünüdür. Her ikisi de, azınlıkları koruma hükümlerinin temel yasa sayılacağını, bunlarla çelişen resmi metin çıkarmanın yasak olduğu kuralını getirmektedirler. Her ikisi de Milletler Cemiyeti tarafından güvence altına alınmış metinlerdir. Üstelik, çeşitli ülkelere ilişkin azınlıkları koruma antlaşmalarının listesi verilirken, her zaman "Yunanistan" başlığı altında Sevr Antlaşması, "Türkiye ve Yunanistan" başlığı altında da Lozan Antlaşması sayılmaktadır. Tabii olarak, Lozan Sistemi'nin Batı Trakya için tümüyle ve tartışmasız olarak geçerli olduğunu eklemeye gerek yoktur. Ayrıca, 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması'nın 45. maddesi, "... haklar, Yunanistan'ca da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır" hükmünü getirdiği için, devletlerin halefiyyeti ülkesine göre, bu Antlaşma Yunanistan'a 1947'de katılan Oniki Ada için de geçerlidir. Sonuç olarak bugün Batı Trakya Türklerinin hukukî statüsü, 1) 1913 Atina Antlaşması'na bağlı 3 numaralı Protokol, 2) 10 Ağustos 1920 Yunan Sevr'i ve 3) 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşmasının 37. - 45. maddeleri oluşturmaktadır ve bu üç kategori uluslararası metin, aynı zamanda Oniki Ada'da oturmakta olan Müslümanların azınlık hakları açısından da yukarıda belirtilen nedenlerle, aynı ölçüde geçerlidir. Bu arada Yunanistan'daki tüm azınlıklar, Yunanistan devletinin o tarihlerden günümüze dek imzalayarak taraf olmuş bulunduğu tüm uluslararası bildiri (örneğin, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi), örgüt (örneğin, AET ve Avrupa Konseyi) ve sözleşmelerin (örneğin, Her Türlü Irk Ayrımının Ortadan Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi) getirdiği insan hakları hükümlerinden de yararlanacaklardır.
TÜRK VE RUM AHALİ MÜBADELESİ
30 Ocak mübadele sözleşmesine göre (md. 11), bu sözleşmeyi uygulamak üzere, Türk ve Yunan temsilcilerinin de dahil olduğu milletlerarası bir karma komisyon kurulacaktı.Gerçekten bu komisyon kurulmuş ve Ekim 1923'ten itibaren çalışmalara başlamıştır. Karma Komisyonun kuruluş ve çalışma şeklini belirten ilgili maddeler şöyledir: Madde 11: İşbu mukavelenamenin mevkı-i meriyete vaz'ından itibaren bir aylık bir mühlet zarfında tarafeyn-i aliyeyn-i akkıdeynden herbiri için dört ve Cemiyet-i Akvam Meclisi tarafından 1914-1918 Harbine iştirak etmemiş olan hükumât tebası arasından intihab edilmiş üç azadan mürekkep, Türkiye'de veya Yunanistan'da mukim muhtelit bir komisyon teşkil olunacaktır.Komisyon riyaseti işbu üç bitaraf azanın her biri tarafından münavebeten deruhte edilecektir. Muhtelit Komisyon kendisine lazım görünecek mahallerde her biri bir Türk, bir Yunanlı aza ile Muhtelit Komisyon tarafından tayin edilecek bitaraf bir reisten mürekkep, kendi emri altında çalışacak tali komisyonlar teşkil etmek hakkına malik olacaktır. Muhtelit Komisyon tali komisyonlara verilecek salahiyetleri tayin edecektir. Madde 12: Muhtelit Komisyon İşbu mukavelede mezkur muhacereti teftiş ve teshil ve dokuzuncu ve onuncu maddelerde mezkur emval-i menkule ve gayr-i menkule'nin tasfiyesine tevessül vazıfesiyle mükellef olacaktır. Mezkur Komisyon muhaceretin ve maruzzikr tasfiyenin eşkalini tesbit edecektir. Umumi bir surette Muhtelit Komisyon işbu mukavelenamenin icrasının iltizam edeceği tedabiri ittihaz ve işbu mukavrlenamenin tevlid edeceği bilcümle mesailde karar vermek hususlarında bütün salahiyetleri haiz olacaktır. Muhtelit Komisyon'un mukarraratı ekseriyet-i ara ile ittihaz olunacaktır. Tasfiye edilecek emval, hukuk ve menafie müteallık bilcümle itirazat Komisyon tarafından suret-i katiyede haledilecektir. Ancak sözleşmenin komisyon tarafından uygulanmaya başlanması ve mübadele işlerinin ele alınması ile birlikte ''etabli'' (yerleşmiş) deyiminin kapsamı konusunda Türk ve Yunan temsilcileri arasında, deyimin yorumlanması bakımından, görüş ayrılığı çıktı. Türkiye'ye göre, ''établi'' deyiminin manası Türk kanunlarına göre tayin edilecekti. İstanbul'da mümkün olduğu kadar fazla sayıda Rum bırakmak isteyen Yunanistan ise, her ne suretle olursa olsun, 30 Ekim 1918'den önce İstanbul'da bulunan her Rum'un ''établi'' sayılması gerekeceğini ileri sürdü. Bu görüş ayrılığından doğan anlaşmazlık Milletler Cemiyeti'ne havale edildi ve o da, meselenin hukuki niteliği dolayısıyle Milletlerarası Daimi Adalet Divanı'ndan ''istişari mütalaa'' istedi. Divan'ın Şubat 1925'te yaptığı yorum, anlaşmazlığı çözümleyemedi. Yunanistan, Türkiye sınırına yakın bir bölgede önemli sayıda bir Türk toplumunun yaşamasından rahatsızlık duyduğundan, anlaşmalara aykırı olarak, Batı Trakya'ya Rum göçmen yerleştirmek suretiyle ''Helenleştirme''ye çalışmıştır. Bulgaristan ve Türkiye'den Rumların gelmesinden sonra Batı Trakya'daki Rum nüfusu artmış, Lozan'ın ertesinde, 1924 senesinde 189.000 kişiye,yani bölge nüfusunun yüzde 62.1'ine ulaşmıştır. 1928 nüfus sayımı, Batı Trakya'nın 303.171 olan nüfusunun 107.607'sinin göçmen olduğunu göstermektedir. Bu durumla meydana getirilen oldu-bittiler, mübadele sözleşmesinin özellikle mülkiyetlerle ilgili hukümlerini etkisiz bırakmıştır. Batı Trakya'ya yerleştirilen Rumlar Türklerin ev ve arazilerini işgal etmişlerdir. Bu gelişmeler iki ülke arasındaki gerginliği arttırmıştır. Bunun üzerine her iki taraf ta işi siyasi bir anlaşma ile çözümleme yoluna gitti ve Atina'da toplanan iki ülke temsilcileri 1 Aralık'ta, ''Atina İtilafnamesi''ni imzaladı. Atina Anlaşması'nın 9. maddesine göre Batı Trakya'daki mülkler bir ay içinde sahiplerine geri verilecektir. 10. maddeye göre, Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden önce veya sonra Batı Trakya'daki Müslüman mülkleri ile ilgili olarak alınmış bütün ''istisnai'' karar ve tedbirlerin kaldırılması öngörülmekte, 11. madde ise kamulaştırılan malların geri verilmesi hükmünü getirmektedir. Bu anlaşma ile ahali mübadelesinin bir çok meseleleri çözümleniyordu.Fakat bunun uygulanması ve yürütülmesi de kolay olmadı. Yine bir takım anlaşmazlıklar çıktı. Türk Yunan münasebetleri gerginleşti. Özellikle denizde karşılıklı bir silahlanma yarışı başladı. 1928'de tekrar iktidara geçen Venizelos'un, bu gerginliğin Yunanistan'a vereceği siyasi ve ekonomik zararları göz önüne almasıyla tutumlarını yumuşatmaları üzerine, Ankara da dostluk yanlısı bir tavır takınmış ve bu kötü gidiş sona ermiştir. Bunun üzerine, mübadeleden kaynaklanan sorunların kesin bir çözüme ulaşması için 10 Haziran 1930 tarihinde ''Ankara Mukavelenamesi'' imzalanmıştır. Bu Anlaşma ile, yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun, Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumlarının hepsi ''etabli'' deyiminin kapsamı içine alındı. Ayrıca her iki ülkenin azınlıklarına ait mallar konusunda birçok düzenlemeler yapıldı. İki ülke arasında devam eden anlaşmazlık sona erdi. Anlaşmanın VI. Bölümü ''Batı Trakya Müslümanlarının Malları'' ile ilgilidir. 14.madde, şu anda Batı Trakya'da bulunan bütün Müslüman Yunan vatandaşlarına, doğum yerleri ve bölgeye geliş tarihleri ne olursa olsun, ''etabli'' sıfatını tanımaktadır. 15. madde, yapılmış olan sözleşme ve anlaşmalarla ''etabli''lere tanınmış olan hakların kullanılmasını engellemiş olan bütün tedbirlerin kalkacağı hükmünü getirmektedir. Bu haklar arasında özellikle arazi alma ve satma da sayılmıştır.
GARBİ TRAKYA MÜSLÜMAN ‘’ETABLİ’’ LERİNİN MALLARI
Madde 14 : Yunanistan, Garbi Trakya'ya geldikleri tarih ve doğdukları yer ne olursa olsun mübadeleden istisna edilmiş olan Garbi Trakya mıntakasında elyevm hazır bulunan Yunan tabiiyetindeki bütün müslümanlara "etabli" sıfatı tanır. Aynı "etabli" sıfatı, Garbî Trakya'yı Yunan Cumhuriyeti makamatı tarafından verilmiş pasaportlarla terk etmiş bulunan gayrı mübadil şahıslara da tanınmıştır. İşbu maddenin yukariki fıkraları ahkâmına nazaran aile reisleri "etabli" tanınmış olan kadınlar, kız ve erkek küçük çocuklar ve reşit bile olsa evlenmemiş kızlar Garbî Trakya'daki aile reislerine iltihak etmek hakkını haizdirler. Yukarıda yazılı şartlar dahilinde reşit oğlu "etabli" tanınmış olan dul kadınların da Garbî Trakya'daki oğullarına iltihaklarına müsaade edilir. Yukariki fıkralarda kastedilen şahısların mübadeleden istisna edilmiş olan Garbî Trakya mıntakasına avdet etmeleri için Yunan Hükümeti tarafından her türlü kolaylık gösterilecektir. Bu maddenin 1'inci fıkrasına mazaran "etabli" tanınmış olan aile reisleri eylevm Garbî Trakya haricinde bulunan kadınlar, kız ve erkek küçük çocuklar ve reşit bile olsa evlenmemiş kızlar oturdukları yeri terke mecbur tutulmayacaklardır. Yukarıda gösterilen sınıfların cümlesine dahil şahıslara "etabli" vesikalarının tevzii, gene kendilerince ittihaz edilecek şekil ve usul dahilinde ifa edilmek üzere, Muhtelit Mübadele Komisyonu bitaraf azasına mevdudur. Madde 15 : Aktedilmiş olan mukavelename ve itilâfnamelerle "etabli" lere temin edilen hakların istimalini işkâl eden bilumum tedbirler, husus ile evlenme, emlâk alım ve satımı, serbestçe seyrüsefer gibi haklara teallük edenler ve keza evvelki maddede kastolunan şahıslar hakkında Yunan makamatı tarafından emredilen sair bütün takyidat evvelki maddenin son fıkrasında mevzuubahs "etabli" vesikalarının dağıtılması beklenmeden işbu mukavelename meriyete konulur konulmaz kaldırılacaktır. Madde 16 : Aşağıda zikredilen menkul ve gayrimenkul malların tam mülkiyeti Yunan Hükümetine geçecektir : 1) Mübadeleden istisna edilmiş olan Garbî Trakya mıntakasını terkedip işbu mukavelenamenin 28.inci maddesi ahkâmına göre avdet hakkından mahrum bulunan Yunan tabiiyetindeki gayri mübadil Müslümanlara ait ve Yunanistan'da kâin menkul ve gayrimenkul mallar; 2) Mübadeleden istisna edilmiş olan Garbi Trakya mıntakası haricinde kâin olup bu mıntaka dahilinde hazır bulunan "etabli" Müslümanlara veya işbu mukavelenamenin 14.üncü maddesi hükmüne göre avdet hakkından istifade eden şahıslara ait menkul ve gayrimenkul mallar: 3) Garbî Trakya'da kâin olup Yunan Heyeti Murahhasasının 18 Haziran 1927 tarihinde Muhtelit Komisyona tevdi ettiği listede münderiç mallar; 4) Merbut diğer mütemmim bir listede gösterilen ve elyevm tahtı işgalde bulunan ceman yedi bin strema mesahasında arazi. Madde 17 : 16.inci maddenin 3.üncü ve 4.üncü fıkralarının ihtiva ettiği hükümler mahfuz kalmak şartile, mübadeleden istisna edilmiş olan Garbî Trakya muntakasında hazır "etabli" Müslümanların ve keza işbu mukavelenin 14.üncü maddesine göre avdet hakkıdan istifade eden şahısların mübadeleden istisna edilmiş olan Garbi Trakya muntakasında kâin menkul ve gayrimenkul malları üzerinde mevcut mülkiyet hakları işbu mukavelename ahkâmile hiç bir veçhile ihlâl olunmamıştır. İşbu maddenin yukariki fıkrasında zikredilen mallar üzerinde yapılan bilcümle vaziyet ve haciz muameleleri bilâ teahhur kaldırılacak ve sahiplerinin veya kanunî mümessilinin bu mallara tam serbestçe tasarrufu ve onlardan intifaı tekrar elde etmesi hiç bir veçhile talik edilmiyecektir. Batı Trakya'ya antlaşmalara aykırı olarak yerleştirilen Rumlara verilmek üzere Türklerin ellerinden alınan arazilerinin sahiplerine geri verilmesi imkânsız ise, Karma Komisyon'un bu imkânsızlığı tespit etmesiyle bu mallar Yunan Hükumetine geçecek, Yunan Hükumeti bu malları tazmin edecektir.Böylece Yunan Hükumeti, Batı Trakya'da mübadele dışı kalan Türklerin arazilerini sonunda Rumlara mal etmiş olmaktadır.Bu hükmü getiren 22. madde Hususi Hükümler bölümündedir. Hususi Hükümler Madde 22 : İşbu mukavelenamenin 4, 5 ve 6.ıncı fasıllarında zikredilen sınıflardan birine dahil bulunan bir gayrî menkulü iade imkansızlığı takdirinde gayrimenkullerin kâin bulundukları memleketler Hükümetleri onları ancak sırf istisnai hallerde ve iadeyi imkânsız kılan haller Muhtelit komisyonda tebyin olunduktan sonra iktisap edebileceklerdir. Her bir defasında keyfiyet mezkûr Komisyonca tasvip edildikten sonra Komisyon mevzubahis malın kıymetini takdire tevessül edecek ve sahibini aşağıdaki tarzda tazmin eyliyecektir. Eğer gayrimenkul Yunan tebaasından birine ait bulunuyorsa, işbu mukavelenamenin 20.inci maddesinde gösterilen şartlar dahilinde Türk Hükümetine tesviye edilmek üzere Muhtelit Komisyon emrinde bulunan 47.500 İngiliz lirasından gayrimenkule takdir edilen kıymete muadil bir meblâğ ifraz edilerek menlehülhakkına tediye edilecektir. Eğer "etabli" bir Ruma ait gayri menkul mevzuubahis ise bu para mezkûr 20.inci madde hükmünce Türk Hükümetine tesviye edilmek üzere Muhtelit Komisyonun elinde bulunan 15.000 İngiliz lirasından ifraz olunacaktır. Yunan Hükümeti Garbi Trakya Müslüman "etabli"lerine ait olup bu maddenin birinci fıkrasında derpiş edilen usul ve şartlara göre kendisi tarafından iktisabına müsaade edilecek olan malların sahiplerini icabı takdirinde tazmine tahsis edilmek ve bu mukavelenamenin 21.inci maddesinde gösterilen şartlar dahilinde ifraz olunmak üzere Muhtelit Komisyona 15.000.- İngiliz liralık bir meblâğ tediye etmeği taahhüt eyler. 1930 Ankara Anlaşması'nın 29. maddesi ise, Batı Trakya Türklerine belirli bir güvence getirmeyi amaçlıyor görünmektedir. Buna göre, genel hükümler ve 16. madde hükümleri saklı kalmak şartıyla, bu anlaşma ile mülkiyeti Yunan hükümetine geçmeyen mallar bundan böyle hiçbir sınırlama ve el koyma konusu olmayacak, sahipleri bu mülklerden istedikleri gibi istifade edeceklerdir. 29. madde aynen şöyledir: Madde 29 : Ahkâmı umumiye ve işbu mukavelenamenin 25 inci maddesi hükümleri mahfuz kalmak şartıyla işbu mukavelename ile mülkiyeti iki Hükümetten birine geçmeyen mallar hakkında bundan böyle hiç bir vaziyet muamelesine veya takyidi tedbire tevessül edilmeyecek ve sahipleri diledikleri gibi intifa, tasarruf ve idarede serbest olacaklardır. Türkiye ile Yunanistan arasında uzun yıllar huzursuzluk kaynağı olan ''etabli'' sorununun kesin çözümü ile ilgili son anlaşma, Karma Komisyon'un kaldırılmasına dair 9 Aralık 1933 tarihinde Ankara'da yapılmıştır. Bu anlaşmanın Batı Trakya için en önemli hükmü, 2. maddededir.Bu madde hükmüne göre, mübadeleye giren, ya da dönüş hakkından mahrum olan kişilere ait oldukları tespit edilse bile,Karma Komisyonun dağılmasından sonra, Yunanistan'da oturan kişilerin(Batı Trakya Türklerinin) 10 Haziran 1930 tarihinden önce Yunan hükümeti tarafından fiilen işgal edilmemiş olan malları hakkında hiçbir önlem ya da sınırlayıcı işlem getirilmeyecektir. Karma Komisyon görevde bulunduğu süre içinde ''etabli'' olanların tamamını tespit etmek suretiyle "établi" belgeleri vermişlerdir.Ayrıca nüfus kütüğü mahiyetinde defterlere de kaydetmişlerdir.Bugün,Batı Trakya'da, ''etabli'' olduğunu belgelemek isteyenler, Gümülcine'deki Türk Konsolosluğundan bu belgeleri alabilmektedirler.Bu belgeler zaman zaman Türkiye'deki bazı muamelelerde aranmaktadır.
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GENEL KURULU, 10 ARALIK 1948'DE TOPLANARAK, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ'Nİ YAYINLAMIŞTIR
MADDE 1 :Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar.
MADDE 2 : Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gözetilmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler.
MADDE 3 : Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
MADDE 4 : Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır.
MADDE 5 : Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.
MADDE 6 : Herkes nerede olursa olsun, yasal haklarının tanınması hakkına sahiptir.
MADDE 7 : Herkes yasalar karşısında eşittir ve ayrımsız olarak yasaların koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin, bu bildirgeyle belirtilen haklarına ters düşen ayırt edici davranışlar için yapılacak kışkırtmalara karşı eşit korunma hakkı vardır.
MADDE 8 : Herkesin, kendisine, anayasa ya da yasalarla tanınan temel haklarının yok edilmesi ya da zedelenmesi girişimine karşı ulusal mahkemelere başvuru hakkı vardır.
MADDE 9 : Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alı konamaz ya da sürülemez.
MADDE 10 : Herkes, haklarının, görevlerinin ya da kendisine cezai sorumluluk yükleyecek herhangi bir suçlamanın belirlenmesinde tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adilane ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.
MADDE 11 :
a) Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli tüm koşulların sağlandığı açık bir yargılanma sonucunda yasalarca suçlu olduğu saptanmadıkça suçsuz sayılır.
b) Hiç kimse, işlendikleri sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan eylemlerden ya da ihmallerden dolayı mahkum edilemez. Bunun için, suçun işlendiği sırada uygulanan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez.
MADDE 12 : Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesine konut dokunulmazlığına ya da yazışma özgürlüğüne keyfi olarak karışılamaz; kimsenin onur ve ününe karşı kötü davranışlarda bulunulamaz. Herkesin bu karışma ve kötü davranışlara karşı yasalarla korunma hakkı vardır.
MADDE 13 :
a) Herkesin, herhangi bir devletin toprakları üzerinde serbestçe yolculuk yapma ve yaşama hakkı vardır.
b) Herkes, kendi ülkesi içinde olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yine dönmek hakkına sahiptir.
MADDE 14 :
a) Herkesin, baskı ve kıyıcılık karşısında başka ülkelere sığınma ve bu ülkeler tarafından sığınık olarak kabul edilmesi hakkı vardır.
b) Bu hak, adi bir suçun işlenmesi ya da Birleşmiş Milletler'in ilke ve amaçlarına ters düşen etkinliklere dayanan kovuşturmalar durumunda ileri sürülemez.
MADDE 15 :
a) Herkesin bir vatandaşlığa hakkı vardır.
b) Hiç kimse keyfi olarak vatandaşlığından ya da vatandaşlığını değiştirmek hakkından yoksun bırakılamaz.
MADDE 16 :
a) Evlilik çağına varan her erkek ve kadın, ırk, vatandaşlık ya da din bakımlarından hiçbir sınırlamaya bağlı olmaksızın evlenmek ve aile kurmak hakkına sahiptir. Evlilik bakımından, kadın ve erkek evliliğin sürdürülmesinde, bozulmasında eşit haklara sahiptir.
b) Evlenme bageti ancak evlenecek kişilerin özgür ve tam isteğiyle yapılır.
c) Aile, toplumun doğal ve temel öğesidir; toplum ve devlet tarafından korunma hakkına sahiptir.
MADDE 17 :
a) Herkes tek başına ya da başkalarıyla birlikte mal ve mülk edinme hakkına sahiptir.
b) Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılamaz.
MADDE 18 : Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir. Buna göre, herkes din ya da inanç değiştirmekte özgürdür. Ayrıca dinini ya da inancını tek başına ya da toplulukla birlikte açık olarak ya da özel olarak öğretim, uygulama, ibadet ve ayinlerle açıklama özgürlüğüne sahiptir.
MADDE 19 : Herkesin düşünme ve anlatma özgürlüğü vardır. Buna göre, hiç kimse düşüncelerinden dolayı rahatsız edilemez. Ayrıca ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her türlü araçla aramak, sağlamak ve yaymak hakkına sahiptir.
MADDE 20 :
a) Herkes barışçıl yollarla toplantı yapmak, dernek kurmak ve derneğe katılmak hakkına ve özgürlüğüne sahiptir.
b) Hiç kimse bir derneğe üye olmaya zorlanamaz.
MADDE 21 :
a) Herkes, doğrudan doğruya ya da serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığıyla, ülkesinin devlet işleri yönetimine katılma hakkına sahiptir.
b) Herkesin, ülkesindeki devlet hizmetinden eşitlikle yararlanma hakkı vardır.
c) Hükümet yetkisinin temeli halkın iradesidir; halk bu iradesini gizli ya da açık bir şekilde özgürce oy vermelerinin sağlandığı devreli ve dürüst seçimlerle belirtir.
MADDE 22 : Herkesin, toplumun bir üyesi olması nedeniyle sosyal güvenliğe hakkı vardır. İnsanların onur ve kişiliklerinin özgürce gelişmesi için zorunlu olan ekonomik, toplumsal ve kültürel hakların, ulusal çabalar ve uluslararası işbirliği yoluyla her devletin örgütleri ve kaynaklarıyla orantılı olarak gerçekleştirmesine hakları vardır.
MADDE 23 :
a) Herkes, çalışma, işini özgürce seçme, adil ve uygun çalışma şartlarının sağlanması ve işsizlikten korunma haklarına sahiptir.
b) Herkesin, hiçbir ayrım gözetilmeksizin, eşit çalışma karşılığında eşit ücret almaya hakkı vardır.
c) Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna uygun bir yaşam sağlayan ve gerekirse her türlü toplumsal koruma araçlarıyla da tamamlanan adil ve uygun bir ücrete hakkı vardır.
d) Herkesin, çıkarlarını korumak için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır.
MADDE 24 : Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin uygun biçimde sınırlanmasına ve belirli devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır.
MADDE 25 :
a) Herkesin gerek kendisine gerekse ailesi için, beslenme, giyim, barınma, sağlık ve öteki sosyal hizmetler de içinde olmak üzere, sağlığını ve güvencini sağlayacak, uygun bir yaşam düzeyine hakkı vardır. İşsizlik, hastalık, dulluk, yaşlılık ya da geçim olanaklarından kendi isteği ve iradesi dışında yoksun kalma gibi durumlarda sosyal güvenlik hakkına sahiptir.
b) Analık ve çocukluk, özel koruma ve yardım görme hakkına sahiptir. Bütün çocuklar, evlilik içinde ya da dışında doğsunlar aynı sosyal korunmadan yararlanırlar.
MADDE 26 :
a) Herkes eğitim görme hakkına sahiptir. Eğitim parasızdır; hiç değilse ilk ve temel eğitim aşamalarında böyle olmalıdır. İlk öğrenim ve eğitim zorunludur. Teknik ve mesleki öğretimden herkes yararlanabilmelidir. Yüksek öğretim, diğerlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.
b) Eğitimin amacı, insan kişiliğinin tam ve özgürce gelişmesi, insan hak ve özgürlüklerine saygının güçlenmesi olmalıdır. Bütün milletler, ırk ve din grupları arasındaki anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletler'in barışın sürdürülmesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
MADDE 27 :
a) Herkes, toplumdaki kültürel çalışmalara serbestçe katılmak, güzel sanatlarla ilgilenmek, bilimsel ilerlemenin getirdiği yararlara ortak olmak ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.
b) Herkesin, sahibi bulunduğu her türlü bilim, edebiyat ya da sanat yapıtlarından doğan moral ve maddi çıkarların korunması hakkı vardır.
MADDE 28 : Herkesin, bu bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin tam uygulanmasını sağlayacak bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.
MADDE 29 :
a) Herkesin kişiliğinin tam ve özgür gelişmesi, içinde yaşadığı topluma karşı görevlerini yerine getirmesiyle olanaklıdır.
b) Herkes, haklarını kullanmak ve özgürlüklerinden yararlanmak konusunda, ancak yasalarla sırf başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla ve toplumun ahlak, düzen ve genel gönencinin gereklerini karşılamak için belirlenmiş kurallara bağlıdır.
c) Bu hak ve özgürlükler hiçbir şekilde Birleşmiş Milletler'in amaç ve ilkelerine ters düşecek biçimde kullanılamaz.
MADDE 30 : Bu bildirgenin hiçbir yargısı, içinde yayınlanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, sınıf ya da kişi tarafından yok edilmesini güden bir çalışmaya girişmeye ya da eylemli olarak bunu işlemeye herhangi bir hak getirir nitelikte yorumlanamaz.